29 Eylül 2012 Cumartesi

The Reef (2010)



     Avustralya yapımı The Reef ilk bakışta pek umut vaat etmeyen basit bir görüntü çiziyor akıllarda. Filmin hem yönetmeni hem de senaristi olan Andrew Traucki de bu türün modasının çoktan geçtiğinin farkında bizler gibi. Bu yüzden gerilim dozunu öyküyü klişelere kurban etmekten sakınarak ayarlamaya çalışıyor ve başarılı da olabiliyor diyebilirim. Zaten gerçek bir öyküden uyarlanan film seyircinin merakını biraz daha yükseltiyor. Tekne gezintisine çıkmaya hazırlanan beş arkadaşla tanışıyoruz. Kaptanlıkta tecrübeli olduğunu öğrendiğimiz Luke ve yardımcısı Warren , Luke'un eski sevgilisi Kate ve Matt ve Suzie çiftinden oluşan ekip fazla zaman kaybetmeden okyanusa açılıyor. Yolculuğun hemen başlarında kayaya çarpan tekneleri devrilince okyanusun ortasında mahsur kalıyorlar. Kahramanlarımız parçalara böldükleri bir sörf tahtasını kullanarak karaya çıkma ümidiyle yüzmeye başlıyorlar ama önlerinde kilometrelerce gitmeleri gereken bir yol var. Köpekbalığı riskini göze alamayan Warren ise onlarla gitmeyi reddediyor ve ters çevrilmiş teknede kalıyor. 
   Filmde gerilimi başlatan giriş hızlı bir şekilde yapılıyor ve böylece öykünün esnemesi engelleniyor. Fazla süre geçmeden Jaws'ın uzaktan akrabası olan sevimsiz köpekbalığı gözüküyor. ( Gerilmeye başlamamız için yüzgecinin görülmesi bile yeterli ) İşinde oldukça aceleci olan köpekbalığı vesilesiyle art arda hareketli sahneler izliyoruz. Filmi türdeşlerinden ayıran en büyük özellik kahramanlarımızın filmin başında teknesiz kalmaları. Tutunacak dalları, saklanacak odaları kalmayan kahramanlarımız kapana kısıldıklarını farkediyorlar. Kapan demişken koca bir okyanus söz konusu tabi ama akıntılar yön bulmalarını engelliyor durmadan. Sürekli hareket halinde olan kamera ve tam yerinde kullanılan su altı çekimleriyle panik izleyiciye de geçiyor. Bütün bunların arasında eskiden sevgili olan Luke ve Kate'in arasında duygusal bir yakınlaşma ve maziyi sorgulama gibi durumlar gerçekleşiyor fakat vahşi köpekbalığı bunları düşünecek vakitleri olmadığını hatırlatıyor. Başarılı bir gerilim inşasıyla seyircinin dikkatini film boyunca ayakta tutmayı başaran yönetmen/senarist Andrew Traucki karakterleri derinleştirmekten kaçınıyor. Kendileri veya geçmişleriyle değil sadece köpekbalığıyla yüzleştiriyor onları. Karakterlerin yapıları altlarındaki okyanus kadar derinleşemiyor. Belki çoğu filmde bu durum ciddi bir eksik olarak görülebilir fakat gerçek bir olaydan uyarlanan bu filmde buna pek aldırmayıp daha çok karakterlerin akıbetiyle ilgileniyorsunuz. Bütün oyuncular da inandırıcı performanslarıyla ortalamanın üstünde bir notu hak ediyorlar. Gereğinden fazla uzatılmayan süresi ve sürükleyici atmosferiyle The Reef heyecanla ve soluksuz bir şekilde izleyeceğiniz bir yapım.


24 Eylül 2012 Pazartesi

Klişeler Boyut Değiştiriyor ( Part 1 )

     
               
                 

   
                                              KENDİME SORDUM

     Klişelerin önüne geçemeyip bütün bunlara farklı bir boyut kazandırıp geliştirerek devam ettiren mahluklara yaptığım tek taraflı sorgulamadır  bu. Cevap hakkı yok, cevapları da ben vereceğim... Korku türünün üstünden gitmeye karar verdim. Malum klişe kullanımının en çok göze batıp eleştirildiği tür.

 1 -  Korku filmlerinde beraber tatile giden arkadaş gruplarındaki karakterler birbirleriyle çok alakasız oluyorlar. Bu minimum ortak yönlü insanları beraber tatile çıkacak kadar birbirine bağlayan nedir? 

       Cevap: Ulvi bir bağ değil, tabi ki çakalların şahı senarist ağabeylerimiz ve ablalarımız.

2 -  Neden düzenli bir kompozisyonla daha düzenli bir hikaye anlatımı sağlanabilirken kan kusturma sahneleri son 15 dakikaya mahsustur? ( Bakın bu sorudaki görüşüm yanlış anlaşılabilir. Tabi ki farklı senaryo kalıplarına açığım ama düzensizliğin de bir düzeni olmasının gerektiği konusunda hemfikiriz sanırsam. ) 

       Cevap : Fırtına öncesi sessizlik değil ( o başka bir şey ) . Yönetmen ağabeyin kombo yapma psikolojisi, seyircinin dikkatini allak bullak etme operasyonu, aşırı katarsis enjeksiyonu. 


3 - Neden A.B.D. dışındaki ülkelerde ( genelde Avrupa ülkeleridir ) yapılan korku türündeki filmler gayet başarılı olduğu ve bahsettiğim klişelere asla kurban olmayıp bunları tersten okuyup gayet özgün anlatımlarla yön verebildiği halde o çok istedikleri Hollywood'a transfer olunca daha önce defalarca çekilmiş konuların kalıplarına kurban ediliyorlar ? 

     Cevap : Tabi ki yapımcıların denenmemiş olana karşı duydukları inanılmaz korku diyeceksiniz. Evet bu tabi ki var. Ama bir de ilk filmleri için eşten dosttan para toplayan bu yönetmenlerin Hollywood tarafından sağlanan maddiyat tarafından esir alınması ve filmlerin içeriğini hemen atlayıp bir an önce çekip bitirmek istemesi de doğru olabilir diyorum ben. 


Neyse ne artık, devam edeceğim bunlara kendi çapımda... 

20 Mayıs 2012 Pazar

Three O'Clock High

             

    

                                  THREE O'CLOCK HIGH    


   Three O'C'lock High için seksenlerden bir klasik demek yanlış olmaz. Filmin ciddi bir iddiası yok fakat aynı dönemdeki bir çok film gibi kendi hayran kitlesine sahip olması onu kültleştiren bir duruma dönüşüyor. 1987 yapımı filmin yönetmen koltuğunda kariyeri boyunca bu film hariç ortalama işlere imza atan Phil Joanou oturuyor. Oyuncu kadrosunda  Casey Siemazsko , Richard Tyson , Jeffrey Tambor gibi ünlü isimler yer alıyor .
 Film seksenlerden alışık olduğumuz video klip havasındaki girişle açılıyor ve kahramanımız Jerry Mitchell'le tanıştırıyor bizleri. Jerry okula yetişmek için zamana karşı yarışıyor adeta. Mikrodalgada gömlek kurutması veya araba sürerken diş fırçalaması gibi tuhaflıklarını görüyoruz. Zaman ile bir problemi olan Jerry bu korkularının zamanın içine hapsolacağından habersizce gidiyor okuluna. Yanında da aynı okulda okuduğu kız kardeşi var. Okulda ise yeni öğrenci Buddy Revell hakkındaki dedikoduları duyuyoruz bir yandan. Bir çok okuldan atıldığı , hiç bir kavgada kaybetmediği, baş belasının ve psikopatın önde gideni olduğu söylentileri öğrencilerin ağzında dolanıyor. Talihsiz Jerry ise bu yeni öğrenciye şevkatle yaklaşmak gerektiğine inanan öğretmeni tarafından Buddy hakkında bir tanıtım yazısı yazmak üzere görevlendiriliyor. Okulun tuvaletinde Buddy ile karşılaşan Jerry bu durumdan ona bahsediyor ve tanışmak için bir çaba sarf ediyor. Ancak kaskatı ve soğukkanlı görüntüsüyle korkutucu bir imaj sergileyen Buddy'yi sinirlendiriyor. Jerry Buddy'nin yanında oldukça çelimsiz ve zayıf gözüküyor, panik yapıyor ve arkadaşça Buddy'nin omzuna vuruyor. Bu hareket Buddy'i çılgına çeviriyor ve saat tam 3'te bahçede dövüşeceklerini söylüyor. Hayatının en büyük korkusunu yaşamaya başlayan Jerry'nin yapacağı düello bütün okula yayılıyor ve tüm gözler üzerine çevriliyor. Filmin bu anında saatler devreye giriyor ve Jerry'nin büyük gerilimi başlıyor.

                



 Saatler Scorsese'in After Hours'unu hatırlatırcasına işliyorlar ve her bir dakikanın gerginliğini hissediyoruz seyirciler olarak. Kısıtlı zamanı kalan Jerry ölüm fermanını imzaladığını düşündüğü bu düellodan kurtulmanın yollarını arıyor film boyunca. Ama yaptığı her şey durumunu daha beter hale getiriyor. Buddy'i dövdürmek için çalıştığı okul kantininden para çalmak, okuldan kaçmaya çalışmak gibi girişimleri hep olumsuz sonuç getiriyor kendisine. Seksenlere özgü hızlandırma ve diğer geçiş efektleri günümüze göre basit duruyor ama filmin atmosferini oluşturma konusunda sırıtmıyor. İzlerken zamana karşı yarışan Jerry ile aynı kaderi paylaşmakta zorlanıyorsunuz çünkü film kendini hiç sıkmadan izlettiriyor ve zamanın  nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Filmin türünü komedi olarak belirlemek tabi ki doğru bir karar fakat mizahın tonu filmi alışıldık Amerikan gençlik komedilerinden bariz bir şekilde ayırıyor. Filmde yaşananlara dönecek olursak Jerry okuldaki sıradan imajını düzelttiğinin ve hoşlandığı kızın bile ilgisini kendine çekmeyi başardığını fark ediyor..  Korkularıyla yüzleşme konusunda sıkıntılar yaşayan Jerry'nin anti - kahramanlıktan kahramanlığa geçip geçemeyeceğini merak ediyoruz haliyle. Kendisinin ise öyle bir kaygısı yok gibi. Pasif görüntüsünün ardında yatan enerjiyi korkularının üstüne giderek keşfeden bir karakter profili çiziyor. Bu durum bir jedi felsefesi kadar derin değil tabi ama bu filmin de ders vermek ve çok derin şeyler anlatmak gibi bir kaygısı da yok zaten.  ( John Hughes filmlerinin içerik olarak eksiltilmiş ve biraz daha hareket katılmış halini düşünün ) Eğlenceli zaman geçirebileceğiniz bir film arıyorsanız bu filme bir şans verin derim ben...

       



22 Nisan 2012 Pazar

Yi ge dou bu neng shao ( Not One Less )


   

              

                Yi ge dou bu neng shao ( Not One Less )

            
   Not One Less yani orijinal adıyla Yi ge dou bu neng shao Çin'li usta yönetmen Yimou Zhang'ın sosyal konulara değindiği ve kent - taşra ayrımını ( uçurumunu ) gösterdiği bir çok filmden bir tanesi. 1999 yapımı bu film Wei Minzhi adındaki genç bir kızın ( kendisi gerçek bir köy öğretmenidir ) Çin'in taşra bölgelerinden birindeki bir köy okulunun öğretmeninin yerine bir aylık geçici göreve gelmesiyle başlıyor.
   Wei bu yıkık dökük ve içinde farklı yaşlarda çocuğun bulunduğu okulda ( bu durum size yabancı gelmeyecektir ) başlarda disiplini sağlamakta ve bir şeyler öğretmekte çok zorlanır. Yaşının oldukça genç olması ve tecrübesiz oluşu onu bir hayli zor durumda bırakır. Tam okula ve çocuklara ısınmaya başlamışken aralarından birinin ailesi tarafından çalışmak üzere şehre yollandığını öğrenir. Çocuğu geri getirmek üzere diğer öğrencilerle organize olur ve bir çok sıkıntıdan sonra nihayet gitmeyi başarır. Ama asıl sıkıntı burada başlar. Yimou Zhang filmin ana karakterini öyle bir karmaşanın içine yerleştirir ki filmin temposu bir anda yükselmeye başlar. Genç Wei sınırlı sayıda parası ve şaşkın bakışlarıyla ortalıkta dolaşmaktadır. Başvurduğu kurumlardaki bürokorasiyle mücadelesi açlıktan daha zor gelir. İnsanların sorumsuzluğuna ve devlet yapısına yapılan göndermeler eşliğinde sürer mücadele.

             
                
  Film boyunca taşra insanlarının yaşadığı ekonomik zorluklar ve bu durumun çocuklar üzerindeki yansımasının altı çizilir. Zhang Yimou insanları ve tepkilerini o kadar doğal tasvir eder ki bize çok uzak coğrafyalarda yaşayan bu insanlar bize çok tanıdık gelmeye başlar. Yönetmenin bir çok filmindeki sıcaklık ( aile sıcaklığı ) bu filmde en belirgin hatlarıyla sergilenir. Birbirine kenetlenen öğretmen ve öğrencileri arasındaki ilişki insanlık namına yapmamız gerekenlerle ilgili düşündürür bizleri. Yoksulluk yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan çocukların insanların yardımıyla eğitimlerine devam edebilecekleri vurgulanır ve bu sosyal mesajın veriliş biçimi içimize işler. Türkiye'deki onca köy okulunu hatırlatan bu filmi görmenizi tavsiye ederim, Yimou Zhang ve öğretmen Wei'nin size söyleyecek bir şeyleri var çünkü...
.

6 Nisan 2012 Cuma

Cumartesi Cumartesi


   
                                               


                                  CUMARTESİ CUMARTESİ

   Sadece üç filmle Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri haline gelmek kolay değil . Filmlerinin sosyal ve eleştirel boyutu üzerine bir çok tartışma çıkan yönetmen Tunç Okan sinema hayatına oyunculukla başlamış ve bir çok avantür filmde rol almıştır. Daha sonra oyunculuğu bıraktığını duyurarak eğitimini aldığı diş hekimliği mesleğini icra etmek üzere Avrupa'ya yerleşmiştir. Sinemaya dönüşü çok tartışılan Otobüs filmiyle olur. Bu filmle büyük yankı uyandırır. Sonradan çektiği Cumartesi Cumartesi ve Sarı Mercedes filmleriyle başarısını sürdürür. Cumartesi Cumartesi ( Drole de samedi )  diğer iki filmine göre biraz daha ayrı durur. İsviçre'de çekilen ve oyuncu kadrosunda İsviçre ve Fransa'nın tanınmış oyuncuları bulunan 1985 yapımı film aynı zamanda Avrupa'lı yapımcılar tarafından finanse edilmiştir. Türkçe seslendirme kadrosunda ise Erol Günaydın ve Erdal Özyağcılar gibi tanınmış kişiler yer alıyor. 
   Filmde bir İsviçre kasabasında yaşayan bir çift olan Pierre ve Veronique'in bir cumartesi günü başından geçenler anlatılıyor. Cumartesi gününü değerlendirmek üzere dışarı çıkan çift gayet sakin ve huzurlu görünen bu kasabada birden bire bir çok olumsuzlukla ve absürt  denilebilecek tuhaflıkta olaylarla karşılaşırlar. Rüyasında karısından salam yaptığını gören bir kasabın uyandığında dehşet saçması, patronları tatile çıkan bir restoranın çalışanlarının tuhaf hareketleri , rubik küpünü çözmeye çalışan yaşlı bir adamın şaşkınlığı, çapkınlık yapan bir erkeğin başından geçen şaşırtıcı olay ve dişçisiyle tuhaf bir diyaloğa giren çocuk gibi birbirinden bağımsız hikayeler izleriz film boyunca. Tüm bu tuhaflıkların ve kasabanın özgürleşen, kuralsız gürültüsünün eksenindeki çiftimiz gün boyunca tanık oldukları durumları şaşkınlıkla izlerken bir yerden sonra sorgulamaya başlarlar. Her şey normal görünürken bir anda çileden çıkabilen insanlar ve şiddete , aşağılamaya meyilli olan yapılarını gösterir bizlere Tunç Okan . Biz bütün bu karmaşayı çok uzaktan izleriz çünkü ne karakterler ne de olaylar empati kurmamıza müsait değildir, absürt ögelerle dengede tutulan bir yabancılaştırma durumu söz konusudur. Müşterinin soru ve davranışları sonucunda çileden çıkan bir tezgahtar , direksiyon dersinde öğretmenin sabrını zorlayan bir öğrenci ve markete girip robotmuşçasına hareket eden insanların yağma yaparcasına alışveriş yapması çiftin tanık olduğu huzursuzlukta bardağı taşıran son damlalar olurlar. Kim bilir belki de bütün bu hikayelerin bilinçaltında  Tunç Okan'ın Avrupa'da hissettiği yabancılığın da etkisi vardır.
      

26 Mart 2012 Pazartesi

A Face in the Crowd


                                       


                                 A Face in the Crowd

    A Face in the Crowd (Kalabalıkta Bir Yüz) yönetmenliğini Elia Kazan'ın yaptığı , başrollerini ise Andy Griffith ve Patricia Neal' in paylaştığı 1957 yapımı bir başyapıt. Filmin senaryosu Kazan'ın Rıhtımlar Üzerinde'de de beraber çalıştığı Budd Schulberg'e ait. Hikaye bir radyo programı yapımcısı olan Marcia (Neal) ' nın suçluların bulunduğu nezarete gelerek oradan yayın yapmaya çalışması ile başlar. Mahkumlar arasında gitar çalıp şarkı söyleyen Larry ( Griffith) ile tanışır ve Larry' nin yayında yaptığı kısa şovdan çok etkilenir. Patronuyla konuşur ve bir süre sonra serbest bırakılan Larry' e radyoda çalışma teklifi sunar. Larry kötü bir çocukluk yaşamıştır , fakir bir hayat sürmektedir ve parasız durumdadır. Buna rağmen teklifi kabul etmekte biraz direnir ama sonunda ikna olur. 

    Programa başladığında halkın bir numaralı sevgilisi haline gelir. Çünkü taşralı kesime hitap eden espriler ve anlattığı konular insanlara oldukça samimi gelir. Ne de olsa o aralarından biridir. Bir süre sonra televizyon programı teklifi alır. Bu süreç içinde Marcia'yla duygusal bir yakınlaşmada bulunurlar. Televizyonda da aynı tarzda sunuma devam eder. Hatta yayında söylemesi için verilen reklamlara bile alaycı bir tavırla yaklaşarak zengin kesime yaptığı küçük göndermelerle halkın(ın) yanında olduğunu vurgular. İnsanlar aralarından biri olduğuna inandıkları Larry'yi yükseltmeye devam ederken ani bir değişim olur. Para ve şöhreti önemsemediği düşünülen bu adam birdenbire değişir. İnsanlara karşı hareketleri farklılaşırken aynı zamanda şöhret ve para hırsı artmaya başlar. Usta yönetmen Elia Kazan bu keskin değişimi çok kısa bir süre içerisinde göstermesine rağmen seyirciye inandırıcılık sorunu yaşatmaz. 

   Larry'nin aniden başka bir kızla evlenmesi uzun zamandır umut verdiği Marcia için büyük hayal kırıklığı olur. Marcia'nın hem kalbi kırılmıştır hem de Larry'i keşfederek bu başarının mimarının kendisi olduğunu düşündüğü için bu olanları gururuna yediremez. Larry artık kamera arkasında çok farklı bir insandır. Taşralılarla dalga geçerek onların koyun sürüsü gibi nereye çekerse oraya gideceklerini iddia eder, bir zamanlar eleştirdiği politikanın içine atılır, senato üyeleri ve bakanlarla seçim propagandaları uygular. Bütün bunlar kendisini daha yükseğe taşımak içindir. Hatta alkış ve gülme efektleri bulunan makineyi icat ettirir. Artık gerçek alkışlar ona gerekli değildir. Ne var ki Marcia intikamını almak için Larry' nin gerçek yüzünü halka gösterme derdindedir. 

    Kitlelerin insanları bir anda yükseltip aynı hızda da düşürebileceğinin ustaca bir öyküyle işlenmiş kanıtıdır bu film. Elia Kazan'ın eşsiz sinematografisi filmin temposunda en belirleyici faktördür. Son yarım saate kadar gayet eğlenceli bir seyirlik şeklinde ilerleyen hikaye çöküş noktasında Larry'nin kariyeri gibi durağanlaşmaya başlar. Biz de onun yaşadığı bu inişli çıkışlı hayatın ritmine uyarız izlerken. Film boyunca yapılan sistem eleştirisi de sonlara doğru giderek  netleşmeye başlar. Medya patronları ve siyasetçiler başta Larry' e istediğini yapması için izin verirler ve müdahalede bulunmazlar. Larry kendi kitlesini oluşturduktan sonra istediklerini elde etmiş olurlar. Başlarda bir halk kahramanı olarak gördüğümüz Larry'nin bu düzenin bir parçası haline gelmesiyse çok kolay olur. Günümüzde en belirgin şekilde televizyonlarda bütün abartılı halleriyle izlediğimiz halkın onca sevgilisi de böyle yok olmadı mı bir anda? A Face in the Crowd' un başrolünde hepimiz varız aslında. Oyuna geldiğimizi en son farkeden de biz değil miyiz? Zaten kalabalıktaki yüzlerden çok yüzlerin arasındaki kalabalıklar ezilmez mi bu düzende?

1 Şubat 2012 Çarşamba

60'ların en iyi 10 Türk filmi




  Listeye girmeyi hak eden ve aklımda olan bir çok film daha vardı , eleme aşaması zorladı biraz, aynı yönetmenin  ikiden fazla filmini almak istememem zorlayan etkenlerin başında geliyor...  ( Not : Sıralama rastgeledir )


                                    1 - Sevmek Zamanı ( Metin Erksan )
                   
                                    2 - Vesikalı Yarim ( Ö. Lütfü Akad ) 

                                    3 - Gurbet Kuşları ( Halit Refiğ )

                                    4 - Susuz Yaz ( Metin Erksan )

                                    5 - Karanlıkta Uyananlar ( Ertem Göreç )

                                    6 - Seyyit Han ( Yılmaz Güney )

                                    7 - Haremde Dört Kadın ( Halit Refiğ )

                                    8 - Hudutların Kanunu ( Ö. Lütfü Akad )

                                    9 - Ah Güzel İstanbul ( Atıf Yılmaz )

                                   10 - Otobüs Yolcuları ( Ertem Göreç )